Türkiye siyasetinin sosyal psikolojisi: Ben, sen, o, biz, siz, ve onlar



 11 Eylül saldırılarının hemen ardından New York’ta yaşayan Larme Price dört orta doğulu genci vurarak öldürdü. Price bu saldırının ardından polise verdiği ifadede motivasyonunun orta doğululardan 11 Eylül’ün intikamını almak olduğunu söylemişti.  Oysa Price’ın kurbanlarından sadece biri gerçekten Ortadoğulu diğerleri Hintli, Guyanalı, ve Rus’tu. Diğer 3 kurbanın tek suçu ise Ortadoğuluya benzemeleriydi. Terörist saldırılarla hiçbir alakaları olmayan bu insanlara karşı ülke çapında hissedilen önyargının bilançosu ağır oldu. Ortadoğululara saldırılar 2001 yılında 1500’u bulmuştu.

          Dışarıdan bakınca gerçekten de toplumun bir terör saldırısını bu denli ırkçı bir nefrete dönüştürmüş olması kulağa inanılmaz geliyor. Ancak aslında tüm bu histerinin altında inanılması hiç de güç olmayan basit bir insan refleksi yatıyor. Belki daha şaşırtıcı olan ise bu refleksin tüm siyasi ve toplumsal duruşumuzu belirlemedeki rolü ve değiştirilmesi çok güç oluşudur. Bir başka deyişle hiç fark etmesek de bu gözü dönmüş katil Amerikalılarla paylaştığımız ortak bir nokta var. O da bir gruba ait olma refleksi ve bizim grubumuza ait olmayana duyduğumuz önyargı. 

Önyargının Sosyal Psikolojisi

Bu refleksi daha iyi anlayabilmek için sosyal psikolojinin yardımına başvuralım. Sosyal psikoloji önyargıyı “belli bir grubun üyelerine karşı sahip olunan genel tavır” olarak tanımlar (Kenrick ve arkadaşları, 2010). Buna göre insanlar kendi gruplarının dışındaki gruplara önyargıyla yaklaşır ve bu gruplar hakkındaki önyargıları bir stereotip altında toplarlar. Stereotip sosyal psikolojide “aynı karakteristiklerin gerçekte var olan değişkenlikleri göz ardı ederek istisnasız aynı grubun her üyesine atfedildiği bir genelleme” olarak tanımlanır (Aronson ve arkadaşları, 2012). Örneğin, Fransızlar kibardır, İngilizler soğuktur, Türkler misafirperverdir gibi... Stereotipler oluşturmanın kuşkusuz belli avantajları vardır. Örneğin, Fransızlar hakkında zihnimize yerleşmiş olan stereotipik özellikleri yani “kibar oluşları” bir gün bir Fransız’la karşılaştığımızda nasıl davranmamız gerektiği konusunda bize ipuçları verebilir. Ama stereotiplerin bu hızlı karar vermeye yardımcı olan özellikleri aynı zamanda büyük bir sosyal problemi de beraberinde getirir. Bunun nedeni stereotiplerin aslında çoğu zaman yanlış olmasıdır. Kuşkusuz zaman içinde çok ünlü ve kibar Fransızlar var olmuş ve bu stereotipi oluşturmuşlardır ama Fransız insanı da en az diğer ülke insanları kadar kaba olabilir. Stereotipleştirme tarihin en karanlık sayfalarında da karşımıza çıkar. Irkçılık, cinsiyetçilik ve belli sosyal veya etnik gruplara karşı uygulanan ayrımcılık hep belli bir stereotipleştirme üzerinden meşrulaştırılmıştır.  Siyahlar kaba ve tembeldir, kadınlar belli işleri yapamaz ve diğerleri…

Yine de stereotipleri kullanmaktan vazgeçmek çok zordur. Bunun nedeni insanın aile, kabile, millet gibi gruplar halinde yaşamak için evrilmiş olmasıdır. Birey olarak doğada sağ kalabilmek için başka insanlarla yardımlaşma ihtiyacını gidermesi açısından grup halinde yaşamak hayatidir ve insan dışında birçok hayvan türünde grup içi yardımlaşma gözlemlenebilir. Bunun sonucunda da birey ait olduğu sosyal grubun çıkarını gözetme ve diğer gruplara karşı düşmanlık besleme refleksini geliştirmiştir. Stereotipleştirme işte bu refleksin bir sonucudur. Her refleks gibi bu otomatik davranış da çoğu zaman rasyonel düşüncenin kontrolünden kaçar. Örneğin, birçok insan neden Galatasaraylı ya da Fenerbahçeli ve ya Beşiktaşlı olduğunun rasyonel bir açıklamasını yapamaz. Dahası bir Galatasaraylı olarak neden diğer takımlardan ve taraftarlarından nefret ettiğinin de rasyonel bir açıklaması yoktur. Hele ortada çoğu taraftarın finansal ve ya politik bir kazancı da yokken. Sosyal Psikolog Aronson ve arkadaşlarına (2012) göre ise içinde bulunduğumuz grubu ne olursa olsun diğer gruplara karşı korumanın maddi olmasa dahi duygusal kazançları bulunmakta. Buna göre birey olarak kazanmasak bile grubumuzun kazanması çok ihtiyaç duyduğumuz kendine saygı, güven ve onur gibi duygularımızı yenilememizi sağlar. Kısacası her gün kaybettiğimiz bir dünyada Beşiktaşlı ya da Fenerli olarak kazanmak bizi mutlu eder ve gruba bağlılığımızı güçlendirir.

Siyasal Düşüncede Grup Üyeliğinin Etkisi: Gezi Parkı ve Mısır

İşte bu noktada kendi grubunu koruma ve diğer grupları düşman olarak görme reflekslerinin Türkiye’nin ve dünyanın siyasal ortamını anlamak için çok büyük kolaylık sağladığını düşünüyorum. Bu reflekslerin sosyal, yazılı ve görsel medyada her gün karşılaştığımız ve bu kadar da olmaz dedirtecek çifte standartların açıklaması olabileceğini örneklerle anlatmaya çalışayım.

Gezi süreci boyunca ülke tam anlamıyla iki kampa ayrıldı: hükümet taraftarları ve hükümet karşıtları. Ülkenin kabaca yüzde ellişerini oluşturan bu iki grubun varlığını en iyi özetleyen Başbakan Erdoğan oldu. Erdoğan 2 Haziran’da attığı bir tweette “Onlar Taksim’e 20 bin kişi çıkardıysa, ben 500 bin kişiyi Kazlıçeşme’ye çıkarırım” demişti. Gerçekten de, 500 bin kişi olmasa da, binlerce kişi hükümeti desteklemek için Kazlıçeşme’de toplandı. Ankara belediye başkanı da yine o sıralar attığı bir tweette “sizi bir kaşık suda boğarız” demişti. Bu kadar keskin hatlarla ayrılmış iki grubun birbiri için stereotipler oluşturması ve bu kalıplar üzerinden karşı tarafa saldırması tabi ki kaçınılmazdı. Hükümet taraftarlarının protestocular için oluşturduğu stereotip özellikleri arasında çapulcu, terörist (Taksim’de atılan Molotof kokteylleri ve yakılan polis araçlarını referans alarak),  dinsiz ya da kafir (Cami’de içki içildi haberlerini referans alarak), ve darbeci (Mustafa Kemal’in askerleriyiz sloganlarını referans alarak) vardı. Buna karşın kendi gruplarının bir üyesi olan Başbakan Erdoğan’ı bir kahraman ve çoğu zamanda darbecilerin, faiz lobisinin, hatta İsrail’in devirmeye çalıştığı bir mazlum olarak gördüler. Bu kesim için yine kendi gruplarını korumaya çalıştıklarını düşündükleri polis de uyguladığı orantısız güç görmezden gelinerek mazlum ve kahraman oldu.

Buna karşın, hükümet karşıtları genelde hükümeti hedef alsalar da karşılarındaki gruba bağnaz, geri kafalı, hatta bazen daha ileri giderek ahmak ya da kandırılmış yaftalarını uygun gördüler. Kendi gruplarına mensup protestocuları bazen de Molotof kokteyllerini göz ardı ederek demokrasi dersi veren kahramanlar ve mazlum olarak alkışladılar.

Peki, gerçek mazlum ve kahraman kimdi? Stereotipleştirme ve önyargıyla karar vermenin de problemi tam da buradan kaynaklanıyor.  Öncelikle bu iki stereotipi de kırmak neredeyse imkânsız. Etrafımızda çoğu konuda rasyonel davrandığını bildiğimiz insanların bile sosyal reflekslerini değiştirmek son derece zordur. Bu tür refleksif karar alma mekanizmalarının bu kadar yerleşik olmalarının nedeni iki grubun üyelerinin kendine saygı ve güvenlerini bağlı bulundukları gruptan alıyor ve grubun bir üyesine yöneltilen saldırıyı tamamen kendilerine yapılmış sayıyor olmaları. Buna bağlı olarak gezi olaylarında tek bir objektif kahraman ve tek bir mazlum yok (benim kendi kahramanlarım ve mazlumlarım dahil). Her grubun kendi kahramanı ve kendi mazlumu var. İşte siyasetin en çarpıcı özelliği de bu: siyasette objektif gerçekliğin yeri yok. Bu yüzden de siyaseti grup mekanizmaları dışında düşünmemiz imkansız.

2013 yazının ilerleyen günlerinde ise Mısır’dan gelen darbe haberi neredeyse gezi protestolarını unutturdu. Aslında bu alışılmadık bir durum çünkü öncesinde başka ülkelerden gelen darbe haberleri Türkiye’yi bu kadar etkilemezdi. Bu sefer durumun farklı oluşunun nedeni Mısır’daki olayların çok daha geniş bir grubu yani Ortadoğu siyasal İslam hareketini etkiliyor olması ve başbakan dahil hükümet kanadının ve taraftarlarının kendini Mısır’daki Müslüman Kardeşlerle özdeşleştiriyor olması… Olayın hükümet karşıtları için ilginç hale getiren ise sokak göstericilerini “teröristler” ve polisi “kahramanlar” olarak tanımlayan demeçleriyle protestoculara karşı polisin aşırı gücünü onayladığını gözler önüne seren Başbakanın Mısır hükümetine karşı ayaklananları “mazlum” olarak tanımlamasıydı. Bu demeçlere grup dinamikleri üzerinden bakınca ortada şaşırtıcı bir şey yok çünkü bu sefer polis şiddetine maruz kalanlar Başbakan’ın kendi grubunun üyeleri. Başbakan’ın gezi de ölenler için uykularını bölmemesi fakat Mısır’da ölenler için gözyaşı dökmesinin nedeni de farklı değil. Bir kez daha tekrarlayacak olursak insan olarak ilk refleksimiz kendi grubumuzdan olanı haklı görmek karşıdaki grubu haksız görmektir. Bunu yaparken de çoğu zaman bu görüşlerimizi zayıf veya güçlü mazeretlerle haklı çıkararak kendi kendimizle çelişmeyi önlemeye çalışırız.

Bu tür davranışları sergileyen sadece hükümet destekçileri dersek yanılmış oluruz. Hükümet karşıtları içinde ulusalcı kesiminde “faşist” olmakla suçladığı Başbakan’ın yerine ordunun yönetime el koymasını destekleyenlerin varlığı da yadsınmayacak bir gerçek. Yine belirttiğim gibi iki baskıcı rejim seçeneği arasında “benim faşistim daha iyidir” mantığıyla hareket etmek ve bu tercihi mazeretlerle haklı çıkarmaya çalışmak ait olduğu grubu ne pahasına olursa olsun koruma refleksinin bir ürünüdür.

Siyasal Düşüncede Önyargıyı Azaltmak

Önyargı ve stereotiplerle düşünmenin bu insanlıktan ve rasyonellikten uzak antik ve hayvansı içgüdülerini sadece Türkiye’ de değil iki grubun var olduğu her çatışmada duyanın her yerinde görmek mümkün. Yine de umutsuzluğa kapılmak doğru değil. Sosyal psikologlara göre önyargı ve stereotiplerle hareket etmekten kurtulmak, grup refleksinin ve önyargının siyasi rasyonalitenin önüne geçmesini önlemek için bir kaç şey yapabiliriz. Örneğin, iki grup arasındaki diyalog ve kontağı geliştirmek önyargıyı ve stereotiplerin etkisini azaltabilir. Bir başka deyişle iki grubun üyelerinin aynı ortamda birbirlerini dinleyebilmesi gruplar arası empatinin gelişmesini, yanlış stereotiplerin ortadan kalkmasını ve dolayısıyla önyargıdan arınmış rasyonel karar vermemizi sağlayabilir. Bunun en güzel örneğini yine Gezi sürecinde bir araya gelip farklılıklarını tamamen ortadan kaldırabilmeyi başaran taraftar gruplarında görebiliriz. 

Psikolog Gordon Allport’a göre karşılıklı empatiyi oluşturabilmek için gerekli olan grupların özgür düşüncelerini eşit bir şekilde paylaşabilecekleri ortamı devletin kurumlarının kanun yoluyla sağlayabilmesi gerekiyor. Fakat hükümetin/devletin taraf olduğu bir grup çatışmasında bunu beklemek fazla iyimserlik olabilir. Bu durumda da iş yine sivil toplum kuruluşlarına ve hiç kimsenin nedense haz etmediği akil insanlara kalıyor.


Münir Güneş Kutlu

Not: Son bir kısa örneği de daha tartışmalı bir noktadan vermek isterim. Güneydoğu’da senelerdir süren iç savaşın karşılıklı iki cephesindeki insanların düşmanları, ölüleri ve şehitleri farklıdır. Muhtemelen her iki grubun da öldürdükleri insanları haklı çıkarmak için sundukları insanın içini acıtacak mazeretleri bu çatışma süresince duymuşuzdur. Bu gerekçeler dahilinde Kürtler kimliksizlikle itham edilmiş, bir yandan da PKK şikayetçi olduğu baskıların acısını İstanbul’un ortasında patlattığı bombalarla masum insanlardan çıkarmıştır. Bu çok daha uzun bir yazının konusu olabilecek olaylar bize insanların kendi grubu dışındaki bireyleri bazen insan olarak bile görememenin acizliğini net şekilde göstermektedir. Böylece de Türkiye’de önyargının ve milliyetçilik sekliyle grupçuluğun en can yaktığı yer de yine Güneydoğu olmuştur.

Kaynakça

Aronson, E., Wilson, T. D., & Akert, R. M. (2012). Social psychology. Pearson Higher Ed.


Kenrick, D. T., Neuberg, S. L., & Cialdini, R. B. (2010). Social psychology: Goals in interaction. S. Hartman (Ed.). Pearson.

Dükkanın önünü kapatmayın!



Mayıs ayından beri gündemden şiddet görüntüleri düşmek bilmedi. Bugünlerde de hepimiz esnaflar tarafından linç edilmeye çalışılan protestocuların görüntüsüyle dehşete düştük. Önce Tophane’de eli sopalı topluluk, sonra eli palalı esnaf, ve sonunda Taksim esnafının protestoculara toplu saldırısı… Yargılamadan önce buraya nasıl geldik objektif bakmak gerekiyor.

Kabul etmek gerekir ki esnaf muhafazakar eğilimdedir1 ve olmasa bile, özellikle Taksim esnafı, ciddi zarardadır. Esnaftan protestoya destek gelmez.

Bu tür bir davranış “ülkeyi kurtarma” niyetindeki protestocular tarafından anlaşılmazdır elbette. Ülkede faşizan baskı sürerken aklı parada olan esnaf listeler boyu boykot edilir. Dışarı çıkarken yasaklı yerler ezberlenir… Yargılayan bakışlar bilenir… Haftasonu Taksim’de geçirilen gecelerin “dönerci abileri” her hafta görüştükleri bu gençleri protestolarında yalnız bırakmıştır.  

Esnaf televizyon röportajlarında protestoların işlerini kötü etkilediğinden bazıları ise dükkanlarını kapatma noktasına geldiğinden dem vurur. Bunda abartılı bir yan bulmak zor. Gerçekten de gelirlerinin çok büyük bir kısmını haftasonu eğlencelerinden kazanan Taksim esnafı için her Cuma, Cumartesi, Pazar kepenkleri indirmek ve bunu 2 buçuk aydır her hafta sonu yapmak katlanılmaz bir ekonomik külfettir. Bunu protestocuların anlaması da zordur elbette. Zira Konda’nın Gezi Parkı araştırmasına göre protestocuların %50’si ya öğrenci, ya ev hanimi ya da emeklidir. Diğerleri de islerinden çıkıp olay yerine intikal etmektedir2.

Peki, bu senaryoda bir haksız bulunabilir mi?  Örneğin, AKP’ye oy vermiş, muhafazakar politikalarından memnun, Gezi Parkı’nın yıkılmasından yana bir esnafın “mahalle baskısıyla” protestoya destek vermek zorunda bırakılması zorbaca bir tutum olmaz mı? Olaya öbür taraftan bakacak olursak karşı tarafa açıkça destek veren esnafı boykot etmek de protestocuların duruşlarının gereği değil midir?

Söylemek belki gereksiz ama yinelemesek olmaz… Yine de bunların hiçbiri zorla kapatılan dükkanları, kırılan sandalye-masaları, ve özellikle de polisi yanına alıp palayla satırla insan kovalamayı haklı göstermeye yetmez.

Şiddet kötüdür ama bu senaryoda sadece kötü değil her iki tarafın da ulaşmaya çalıştıkları hedefler için mantıksızdır da. Protestolar bir gün gelip de dindiğinde ne bu geçler polisle bir olup kendilerine değneklerle saldıran “dönerci abilerini” unutacaklardır ne de Gezi Parkı hareketi esnafı kendi saflarına kazanmadan bu hareketi ülke çapında başarıya taşıyabileceklerdir.

Hükümetin ise bir şikâyeti yoktur. O zaman ortada sadece kaybeden vardır.

Münir Güneş Kutlu

1: Bunun gelişigüzel bir stereotipleştirme olduğunu kabul ederek…

2: Kişisel gözlem.

Çağrı


Bir ülkede muhalefet partilerinin, meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının, uzman eğitmenlerin, anayasa mahkemesi kararlarının, sendikaların ve özgür basının sesi dinlenmiyor, zor kullanılarak susturuluyor ve erkleri ıslah ediliyorsa, sıra halkın protestosundadır.

Halkın barışçıl protesto hakkı, anayasalarda bu ve benzeri durumlarda demokratik rejimlerin emniyet supabı rolü oynar. Bu hak, birçoklarının inandığının aksine, oydan ve referandumdan öte demokrasinin temeli ve birincil mekanizmasıdır. Çünkü sistemin bütün ana yolları tıkandığında, halk sesini toplanma hakkı ile ifade eder.

Halkın bu hakkını elinden almaya çalışan, mesajını anlamamakta direten ve üzerine elindeki gücü istismar ederek bastırmaya çalışan hükümetler, sadece halktan korktuklarını ifşa ederler. Zira kendilerine güveniyor olsalar, zaten var olan iletişim yollarını kullanarak ülkeyi yasadığı krizden kurtarmaları gayet mümkündür. Bilinçli olarak gerilimi tırmandıran ve çözümlemeye yanaşmayan hükümet politikası halkı, anlamadığı ve doğru bir şekilde bilgilendirilmediği direnişe karşı elinde sopa, pala ve silahla saldırmaya kadar itmişken, hala yapmak, bir de suçu çapulcu diye nitelendirdiği insanlara atmak, sadece yetersiz ve duyarsız bir hükümetin tavrı olabilir.

Hiçbir toplumsal sorun, dört senede bir sandığa gidilerek çözülemez. Ülke sırayla belli insanların mutlu olduğu bir kulüp değildir. Oy verme hakkına sahip bütün bireylerin hükümette payı, talep ve temsil hakkı vardır. Kimse de oy atacağı günü bekleyerek zulme ve sömürüye katlanmak zorunda değildir.

Buradan tekrar ifade etmek gerekir ki, sokaklarda polisin şiddetine rağmen, basında karalamaya rağmen, hükümetten gelen baskıya rağmen hakkini dile getirmeye çalışan halk, ne faiz derdindedir, ne din düşmanıdır. Etnik ayrımcılığa, küflenmiş ideolojilere, cinsel baskıya, hukuksuzluğa, talana, ekolojik katliama, neo-Osmanlıcılığa, din ve mezhep istismarına, oligarşik yapıya, azınlıkların ezilmesine, ekonomik eşitsizliğe ve biat toplumu üretmeye dayalı sosyal mühendisliğe karşıdır. Bu tavır hükümet tarafından öyle ya da böyle kale alınacaktır. Meclis, milletvekilleri ve yönetim bu taleplerle yüzleşmediği takdirde eylemler devam edecek ve maalesef ülke bir iç savaşa doğru gidecektir.

Bütün Türkiye Cumhuriyeti erkini duyarlı olmaya ve barışçıl yöntemlerle ve demokratik yollarla ülkede barışı ve huzuru tekrar sağlamaya çağırıyoruz.


Batu Bozoğlu

Karınca Kararınca


Direnişin ilk günlerinde çıkan bir ifadesinde Fethullah, Gülen Gezi Parkı protestolarını karınca istilasına benzetiyor, "yılanın başını küçükken ezeceksin"i aratmayacak bir finalle, bunların, yağ çanaklarına, bal çanaklarına dadanmadan ve oraları kirletip zehirlemeden önce üzerlerine yürümek gerektiğine bağlıyordu. Bende jeton yeni düşüyor:

Geçtiğimiz aylarda iki farklı vesileyle karşıma çıkan karınca hikayesini hatırlıyorum. Ebussuud efendi nam, Alevi katliamına fetva vermesiyle ve imparatorluğu İslamlaştırmasıyla maruf Osmanlı şeyhülislamıyla, dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman arasında geçen o meşhur manzum diyalog geliyor aklıma. Bu hikayeyi yakın zamanda ilk Sırrı Süreyya Önder’den naklen anlatılan bir anektodda okudum. Bir sunum vesilesiyle gittiği, Tansu Çiller'in yalısının önünde asılı duran seceresine bakıp, orada da şeyhülislamın adını gören Sırrı Süreyya Önder, aralığını bulup da bu hikayeyle ev sahibesine uygun bir ayar çekmiş. Kaynaktan emin olamadığım için bunun üzerinde fazla durmayayım. Diğer vesile ise malum "muhteşem yüzyıl" dizisi.

Fethullah Gülen gibi geniş kitlelerce ilmine saygı gösterilen bir İslam aliminin böyle bir hikayeyi ıskalayacağını düşünmek abesle iştigal olur. Buna rağmen karınca benzetmesine başvurması, elbette ki Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ta yönelttiği önemli soruyu hatırlatıyor: Mevlana Mesnevi'sinde, eşeğiyle sevişirken ölen kadın hikayesini kıssası için mi anlatmıştır hissesi için mi? Koskoca Mevlana bu hisse için başka kıssa bulamaz mıydı? Aynı şekilde Fethullah Gülen, cahil  gördüğü gençliğin eğitilmesinden bahsetmek için, karıncanın tabağa çanağa dadanmadan evvel üzerine gitmekten başka türlü izah edemez miydi acaba durumu? Mutedil tavır böyle mi ifade bulur?

Şüphesiz Ebussuud Efendi’nin kendisi için bir referans noktası olmaması ihtimali var. Ancak hitap ettiği kitlenin referans kaynaklarından biri haline geldiğinden de haberi olmayabilir mi? Yoksa nedir bu Yavuz Sultan Selim köprüleri, Alevilerin Müslümanlık’ını sorgulamalar, katliamlarda ölenlerin insanlığına değil de Sünnilik’ine yapılan vurgular?

Son bir ihtimal, yarın Hakk’ın divanına varmaktan korkmuyorsa, ilmi ne içindir bir alimin?
Yine yakın zamanda, Mehmet Efe isimli İslamcı bir yazardan okuduğum bir blog yazısında bir karınca hikayesine daha denk geldim. İbrahim Peygamber'in ateşine su taşıyan karıncanın hikayesiydi bu da. Son zamanlarda en çok etkilendiğim yazılardan biriydi.1

Benzetmeler alıp başını gitmiş, düşünce dizimi türlü hayvanlarla bir fabla çevirmişken, şu sıralar en sevdiğim hayvan imgesinin de 'kağıttan kaplan' olduğunu söylemeden bitiremeyeceğim.

yazınca yazarınca




Türkiye’de pala ve molotofla karar vermek


 Yazılı, görsel, ve sosyal medyada en çok okunan, izlenen, paylaşılan ve yorum yapılan görüntüler hep en şiddet dolu olanları olmuştur. Bu beklendik olayın konuşulmayan sonuçlarından bahsetmek gerek.

Psikologlar Amos Tversky ve Daniel Kahneman’a göre insanlar olasılıksal kararlar verirken belli kısayolları kullanırlar ve bu kısayollar bazı hatalar yapmamıza neden olur. Örneğin, “erişilebilirlik kısayolları” (Availability Heuristics) kullanan insanlar kendilerine en fazla sunulan ve ya en dikkat çekici olayları en olasılıklı olarak yargılarlar. Bunun nedeni bu türden anıların o kişi için daha erişilebilir olmasıdır. Daha hızlı ve verimli karar almaya el verdiği için bu kısayollar rasyonel karar sürecinin önüne geçer.  Örneğin, uçak kazaları otomobil kazalarından çok daha az olasılıklıdır fakat medyada çok daha fazla ses getirir ve insanları çok daha fazla dehşete düşürürler. Bunun sonucunda da insanlar yanlış olarak uçak kazalarını en az otomobil kazaları kadar olasılıklı zannedebilirler. Bir kez daha tekrarlarsak bunun nedeni insanların hafızalarında yer etmiş uçak kazalarının daha fazla olmasıdır.

Birçok sosyal yanılsamanın da nedeni olarak benzeri kısayolları gösterebiliriz. Örneğin, birçok kez seküler kesimden insanlar tarafından Türkiye’de çarşaf giyen kadınların oranının %30’larda tahmin edildiğine şahit olmuşumdur. Konda’nın 2007 yılı Gündelik Yaşam araştırmasına göre ülke çapında çarşaf/peçe giyen kadınların oranı sadece %1.3. Bu tür bir yanılsamanın da seküler kesim tarafından çarşaf giyen kadınların birer “öcü” olarak kısayola alınmasından oluştuğunu söyleyebiliriz.

Gezi olayları sırasında da her iki taraf da birbirlerini belli suçları işlemekle itham ettiler. AKP ve taraftarları Gezi protestocularını “vandalizmle” suçlarken bu savlarını molotof kokteyli atan protestocuların görüntüsüyle desteklemişlerdi. Son dönemde protestoculardan “palalı saldırganlar” söylemi medyada geniş yer bulan ve bir saldırganın yoldan geçenlere rastgele pala salladığı görüntülerle desteklendi.

Kabul etmek gerekir ki ne protestocuların çoğunluğu etrafı ateşe vermekten hoşlanan vandallar ne de AKP taraftarlarının tamamı gözü dönmüş palalı saldırganlar. İki tarafın da bu türden bir yanılsamaya düşmesinin temel nedeni anlatmaya çalıştığım kısayollar. Bir başka deyişle hükümet yandaşlarından sadece birini palayla insanlara saldırırken görmenin tüm bir toplumsal kesimi gözü dönmüş caniler olarak yaftalamaya yetmesinin nedeni o görüntünün gerçek anlamda yarattığı dehşet. Karşı tarafta da tek bir fotoğrafa dayanarak başbakan Erdoğan’ın tüm Gezi protestocularını “camide içki içen hayasızlar” olarak yaftalamadaki başarısı da Müslüman kesim için konunun hassasiyetinin rasyonel karar vermenin önüne geçmesinden ileri gelmekte.

İçinde şiddet barındıran veya hassas meseleleri ilgilendiren görsellerin toplumun genelinde ne kadar merak uyandırdığı ve bazen de infiale yol açtığı hepimizin malumu. Bu görsellerin rasyonel karar verme mekanizmamızı ele geçirmesini engellemek elimizde. Her ne olursa olsun belli yargılara varırken örneklerin tüm bir toplumsal grubu temsil etmediğini görmek ve karara varırken yavaşlamak tansiyonun arttığı, fay hatlarının belirginleştiği günlerde hayati önem taşıyor. 


Münir Güneş Kutlu

#DirenDiren – Değiştirmek için devam etmek


Halk, bir ayı aşkın bir zamandır her kökenden ve düşünceden insan ile yanyana, hükümete karşı direnmekte.

Sonu gelmeyen, ve bazılarının esefle farkına vardığı gibi, gözlerini kapatınca kaybolmayacağı anlaşılan bu direniş, son günlerde bazılarımızın aklında soru işaretleri yaratmaya başladı. Bahsettiğim meseleyi, farklı tonlarda icra edilen bir "artık yeter, uzattılar ama" korosu ile özetleyebiliriz.

Peki bir direniş neye göre "uzar", nasıl "yeter"?

Daha doğrusu kime yeter, kime az gelir?

Üzülerek söylemek istiyorum ki direnişin yettiği ve uzadığı kanaatinde olanlar, bu direnişin sebebini ve hedefini anlayamamışlardır. Çünkü eğer bu direnişin amacı sadece Gezi Parkı'nı kurtarmak olsaydı, parkın yıkılmayacağı garantiye alındığı taktirde "yeter"li olmuş ve sürdürüldüğü takdirde "uzamış" olacaktı.

Fakat mesele sadece bu değil.

Gezi Parkı Direnişi, Taksim'de betona hapsedilmiş bir parkı yıkmaya yeltenen, hükümetin rant ve talan politikasına karşı eylem yapan insanımıza, polisin, hükümet (kısaca Recep Tayyip Erdoğan diyelim) tarafından verilmiş bir emirle zalimce saldırarak insanlık suçu işlemesi ile başlamış ve ardından halkın daha özgür ve demokratik bir devlete duyduğu özlemin hareketi haline gelmiştir.

Gezi Parkı yeşili ise, o gün canı yananlarının imdadına koşan halkın, yeşile ve onu kucaklayanlara uzanan pençenin, işçinin hakkına, öğretmenin tayinine, medyanın diline, kadının rahmine, bilginin seyrine ve halkın özgürlüğüne tecavüz edenle aynı olduğunu görmesi ile bu direnişin bir sembolü haline gelmiştir. 

Halk sadece bunu değil, aynı zamanda ülkenin valisinin de, emniyet müdürünün de, belediye başkanının da, müftüsünün de, dış işleri bakanının da, bütün AKP kadrosunun da, bakkalı ve taksi şöförünün de Recep Tayyip Erdoğan olduğunu görmüş, klonlamanın varlığına gönülden inanır olmuştur.

Daha da ötesinde halk, yıllardır Türkiye üzerinden oynanan bölücülük oyunun ne kadar yalan olduğunu, duvarların sunni, nefretlerin affedilebilir, temel arzuların tek ve bir olduğunu görmüştür.

Ve en önemlisi halk, özgürlüğünün ve kimliğinin çalındığını düşünürken, cüzdanının ve ufkunun daraltıldığını hissederken, güven ve emniyet duygusunu kaybederken yanlız olmadığını görmüştür.

"Artık yeter" diyen arkadaşıma sormak istiyorum, bir kaç haftada aklımız bu kadar açılmış, gözümüz bu denli gerçeği keser olmuşken bu direnişin neresi uzamıştır?

Direnmek, görmekle yetinmek midir, yoksa değiştirmek için devam etmek mi?

Son on yıldır borcu borçla kapayıp zenginleştiğini iddia eden, her ihalesinde bir tanıdığına peşkeş çeken, osmanlı divanı gibi kendi ağzından çıkana hep bir ağızdan "evet" dedirten, tarihi savunurken barajlar altına kentler, metro çukuruna antik limanlar gömen, mimari derken projeleri ülkenin bütün mimar odalarından ihtar yiyen, özgürlükten bahsedip hapislerde yüzlerce yargısız akıl çürüten, hukuk deyip tecavüzcüyü salan, ekmek çalanı hapse tıkan, eğitimden bahsederken devlet okullarını imam hatiplere devşirip boş bırakan, her sınavında kopya skandalı yaşayan, ekonomi deyip vergide çığır açan, adalet deyip davaları boyu aşan, kalkınma deyip işçi ve kadın ölümleriyle rekor kıran, ve bütün bunlar olurken isyan eden, kendisine karşı çıkan, engel olan hukuk dahil olmak üzere her kurum, kuruluş ve bireye nefret söylemiyle saldıran, hiç bir şekilde muhattap almayan ve "demokrasi" kılıfı geçirilmiş despotluk ile bertaraf eden, halktan aldığını iddia ettiği güç ile halkı tehdit eden, Orta Doğu'da meshep üzerinden politika yapan, Avrupa’da demokratı, Amerika’da BOP eşbaşkanını oynayan ve herşey bir yana halkına apaçık yalan söyleyen bir başbakana karşı halkın bu direnişi kime yetmiştir?

İnsanına zulm ettiği belgelenmiş polisleri yargılamayan, "çapulcu", "terörist" ve "marjinal" kısfesi altında bastırılan, susturalan ve ötelenen halktan bir özür dahi dilemeyen, halkın medeni hak arayışını “bir park meselesi” diye küçümseyen, küçümserken dahi ülkenin başka yeşilini, kamusal alanını hala hunharca katleden, kendisini kınayan küçük ve büyük tüm mecralara rest çeken ve ülkesini birbirine düşürmeye yönelik söylemlerinden vaz geçmeyen bir hükümete ve başına, bu direnişin yeterli olmuş olduğunu nasıl söyleyebiliriz?

**

Gezi Parkı Direnişi, apolotikilikle suçlanan bir neslin ve onların davasına hak veren Türkiye halkının, hak ettiğini ve hakkıyla temsil edilmediğini düşündüğü bir hükümete ve onun, antidemokratik söylemleri ayyuka çıkmış, tutarsız ve baskıcı başbakanına karşı başlattığı bir eylem hareketidir.

Gezi Parkı Direnişi, kendi dilini yaratmış, tehdite mizahla, copa çiçekle, televizyona internetle cevap veren pasif, lidersiz ve her nesil, köken ve fikirde insanları içinde barındıran bir oluşumdur.

Gezi Parkı Direnişi’nin amacı hükümetlerin, nasıl bir çoğunlukla iktidara gelmiş olsalar da, kendi ideolojileri üzerinden halkı şekillendiremeyeceklerini, buna karşı çıkan kesimleri terör ve benzeri etiketlerle öteleyemeyeceklerini, gerçeği bilmek ve aramanın hakkı olduğunu düşenen insanları yalan haberler yayarak ve eksik bilgi vererek uyutamayacaklarını, ülkenin gündemiyle oynayarak yorgan altından işlerine gelen yasayı, ceplerini dolduran affı çıkaramayacaklarını, kar uğruna kamu malını ve ülkenin mal varlığını satamayacaklarını, din sömürüsüyle dindarı, sosyal devlet yalanı ile solcuyu, ekonomik istikrar balonu ile sağcıyı kandıramayacaklarını, sanatı sansürle, akılları kodesle, gerçekleri gazla susturamayacaklarını, bilinçli bir şekilde devlet tarafından muhtaç hale getirilen halkı sadaka dağıtarak köleleştiremeyeceklerini, hukuku ve koruduğu eşitlik ve özgürlük alanlarını keyfi bir şekilde kullanamayacaklarını ve bu amaçlar uğruna sokağa dökülen, dile gelen ve gönlüne ateş düşen insanları hiçbir şekilde korkutamayacaklarını göstermektir.

Gezi Parkı Direnişi, katledilen insanların hakkı ödenene dek, hakkını arayan ve özgürlüğüne sahip çıkan çapulcunun, avukatın, doktorun, ananın, duranın ve konuşanın, kısaca halkın çığlığı dinene dek devam edecektir.

Çok da uzatmadan. Sadece bazı şeyler değişene kadar.







Muhafazakar kesimde “biz biliriz” kompleksi


Yılmaz Güney’in ünlü filmi “Arkadaş” öğrencilik yıllarından iki arkadaşın yıllar sonra karşılaşmasını anlatır. Bu iki arkadaştan biri, Cemil (Kerim Afşar), zengin olmuş, yozlaşmış diğeri, Azem (Yılmaz Güney), fakir fakat mağrurdur. İlk kez henüz bir çocukken izlediğim bu filmden bir sahne seneler boyu aklımdan çıkmamıştır. Cemil karısının o günün şartlarına göre açık saçık konuşmasının ardından arkadaşına “bizim karı biraz fazla açık fikirlidir, kusura bakma” der. Azem ise “ben o kadar açık fikirli değilim, sen kusura bakma” diye cevap verir. 1974 yapımı bu film adeta dönemin solcu-muhafazakar kesiminin düşünce ve ahlak yapısını ortaya koyan bir belgesel niteliğindedir. Film boyunca batılı-liberal yozlaşma eleştirilir. Bugün bu filmin aynisini muhafazakar televizyon kanallarımızdan birinde izlesem Azem’i de kapalı bir hanım oynasa hiç yadırgamam (mutlaka da vardir1). Normal karşılamanın ötesinde 2013’un muhafazakarlık belgeseli de benim için odur oturur izlerim.

Gerçekten de Türk sosyo-politik tarihine bakıldığında çatışma sağ-sol ekseninden liberal-muhafazakar eksenine doğru evrilmistir. Konda’nin 2011 araştırmasına göre muhafazakarlar (Dini ve Geleneksel) toplumun %70’ine yakınını oluştururken “modernler” geri kalan %30’u oluşturmakta. Bu evrilmeden en büyük kazancı tartışmasız muhafazakar söylemleriyle AKP elde etmiştir. AKP’nin tabanı kendini birçok şey olarak tanımlayabilir ve mutlaka homojen değildir ama bu tanımların en birleştiricisi kuşkusuz “muhafazakar” olacaktır. İlginçtir ki CHP buna karşı tam bir “liberallik2” siyaseti gütmese dahi liberallerin yine en çok rağbet gösterdiği parti konumundadır diyebiliriz.

AKP’nin alternatif bir parti olarak doğuşu ve tek başına iktidarlığa yükselişinde bu muhafazakar söylemin (yeni oluşan muhafazakar medya aracılığı ile) bugüne kadar gerçek anlamıyla temsil edilmemiş bu devasa toplumsal kesime ulaştırılması çok büyük önem taşımakta. Örneğin, Konda’nin 2007 araştırmasına göre Türkiye kadın nüfusunun %70’ne yakını başını örterken (türban, yemeni, baş örtüsü, ve ya çarşaf) muhafazakar kanalların (Samanyolu, Kanal 7 vb.) ortaya çıkışına kadar ana akım medyada temsilleri neredeyse sıfıra yakındı. Bu açıdan da Erdoğan’ın ülkenin “kapalı” kadınlarına ve onların ailelerine “benim başörtülü bacım” söylemiyle sahip çıkması bu rakamlarda tam yerine oturmaktadır.  

Konda anketlerinden ortaya çıkan bir başka çok çarpıcı nokta da AKP tabanının eğitim seviyesiyle ilgili (bknz. aşağıdaki grafik). Konda’nin 2011 yılında yaptığı “Konda Barometresi 4 Aylık Seçim Raporu” çalışmasında ortaya çıkan rakamlara göre eğitim seviyesiyle AKP’ye oy verme oranı arasında bir ters orantı mevcut. Diğer deyişle seçmen ne kadar eğitimliyse AKP’ye o kadar az oy veriyor. Bunun tam tersi bir trend CHP oylarında görülmekte. Seçmen ne kadar eğitimliyse CHP’ye o kadar çok oy veriyor. Örneğin üniversite mezunları arasında 2011 yılı CHP oy oranı %55’lere kadar çıkarken AKP oy oranı %24’lere kadar düşebiliyor. Okuma yazma bilmeyen grupta ise AKP oy oranı %77’lere kadar çıkarken CHP oranı %6’lara kadar düşebiliyor.


Bu rakamlar tam da Erdoğan’ın “biz biliriz” söylemlerinin birebir bir göstergesi... AKP açık bir şekilde büyük şehirli, okumuş, görece entelektüel kesime “sizin eğitimsiz diye aşağıladığınız kesim de bu işlerden anlar” mesajını her fırsatta veriyor. Bir bakıma yıllardan beri karar alma aşamalarında hak iddia etmek için kendini eğitimsiz cahil gören toplum bu kompleksinden bu söylemle kurtulmaya çalışıyor. Erdoğan’ın canlandırdığı “biz biliriz” kompleksi aslında Cumhuriyet’in kuruluşu ile ötelenen ve baskılanan doğulu Osmanlı kültürünün ancak yavaş yavaş tekrar yönetimde hak iddia etmesinin de bir tezahürü.

Öte yandan CHP eğitimli, görece daha zengin ve şehirli tabanıyla bu komplekse yüklenmekten maalesef geri adım atmıyor. AKP’nin oyları “odun-kömürle” satın aldığı söylemi artık rahatsız etmenin ötesine geçmiş aşağılamaya varmaktadır. Facebook üzerinden son dönem AKP mitingleri sonrasında yapılan ve mitingdekilerin zekası ile ilgili yaralayıcı paylaşımlar da AKP seçmenine bir şekilde ulaşmaya çalışan Gezi Protestosunun itibarini bu insanlar gözünde iyice aşağıya çekmektedir.

Erdoğan’ın toplumun temsil edilmemiş kesiminin bu sosyal kompleksini kullanarak daha ne kadar iktidarda kalacağını öngörmek güç. Ancak CHP’nin tekrar(!) halkla temasa geçmesi için ahlaken yozlaşmış arkadaşının özüne dönmesine yardım eden Azem’den daha fazlasına ihtiyacı olduğu da kesin.

Münir Güneş Kutlu


Notlar:

1: Bu yazıyı yazma aşamasında yaptığım hataya düşün ve Google’a “film kapalı kız” yazın. Karşınıza çıkacak kapalı kız konulu erotik film yelpazesi sizi hayrete düşürecek. Ben o noktada araştırmamı noktaladım.


2: Liberalliği burada çok geniş bir manada kullanıyorum. Gerçek anlamda liberallerin Türkiye’de ki oranının gerçekten çok düşük olduğuna inanıyorum. 

‘Forumlarda Eşitlikçi Örgütlenme Zorluklarla Karşılaşıyor’ Yazısına Cevaben…


Sevgili Güneş,

Bence çok önemli meselelere işaret etmişsin. Bizzat gidip gözlemleyerek benim gibi uzakta olanların yakalayamayacağı şeyleri de aktarıyor olman ne kadar değerli bilemezsin.
(Gunes Kutlu'nun 27 Haziran tarihli yazisinin orjinali).

Öne attığın örgütlenme modelleri siyaset bilimi literatüründe kolektif eylem sorunlarına karşı geliştirilen hem teoride hem de pratikte düşünülen, üstüne yazılan yöntemler. Liderlik meselesi oldukça karışık bir konu olmakla birlikte, katılımın yüksek düzeyde kalmasını ve hareketin ciddi bir siyasal örgütlenmeye dönüşmesi için katkı verebilir. Bu liderliğin aslında senin de belirttiğin gibi tek kişilik bir liderlik olması insanları soğutabileceği gibi, Gezi direnişinin de çoğulcu özelliğini yansıtmayabilir.

Liderliğin özellikle kritik bir konu olmasının asıl sebeplerinden biri, hareket içinde belki de başlangıç tarihinden beri bayraklı veya flamalı ve bayraksız veya flamasız ayrımı yapılıyor olması gibi geliyor bana. Başka bir deyişle, liderlik konusundaki yüzleşilebilecek en önemli sorun daha önceden örgütlü olanlarla bu harekete örgütsüz olarak katılmış, ve ayrıca siyasal partilerle birlikte sol örgütlere karşı belli bir mesafeyi korumaya çalışan, ve hareketin ortalarında flamaların tamamen kalkmasını savunacak kadar bu gruplara uzakta duranların liderlik konusunda uzlaşmaları olabilir. Örgütlü olan grup kendi lider gruplarının Gezi hareketi liderliğinde olmasını isteyebilecekken, ikinci grupta yer alanlar, örgütlerle ilişkisi olmayan başta sanatçıların, meslek örgütlerinde ve STK'larda çalışanların olmasını isteyebilir. Bu nedenle, kapsayıcılık anlamında, bu farklılıkları en iyi şekilde yansıtabilecek, temsil edebilecek bir lider grubunun oluşması en sağlıklısı olacaktır.

Her ne kadar sayısal anlamda örgütlenmenin önemi reddedilemeyecek kadar önemli olsa da, uzun süreli bir örgütlenme isteniyorsa, toplum içinde yar alan herhangi ideolojik, dini, etnik, vs. grubu dışlayıcı söylemlere sahip olanların bundan vazgeçmeleri sağlanmalı, ve bu yönde örgütlenme aşamasında bazı adımların atılması çok çok önemli hale gelmiştir. Lice'deki olayın arkasından özellikle sosyal medyada ortaya çıkan Kürt hareketi ve Kürtlere karşı geliştirilen söylemler bunun en açık örneğidir. Gezi dayanışmasının en başından beri harekete destek veren 'Sözcü' Gazetesi, Lice olaylarını ele alırken 'PKK'lı söylemini kullanarak ulusalcı grupların farklı tavır almış olmalarına neden olmuş olabilir. Halbuki, Gezi direnişinin en önemli güçlerinden biri, daha önce Kürt meselesini güvenlik meselesi ötesinde düşünmemiş olan gruplara, Kürt meselesine farklı açılardan bakmalarını sağlaması olmuştur.

Ortaya attığın diğer örgütlenme yöntemi komisyonlar da gayet etkili bir yol olabilir. Özellikle karar alma mekanizmalarının hızlandırılması, katılımcılığın yanında etkili karar alma yöntemlerinin ortaya çıkması oldukça önemli. Aslında Gezi direnişi sırasında çeşitli meslek gruplarından insanlar, bir nevi bu komisyonların kurulma yöntemi ile ilgili bize yol göstermiş bile olabilirler. Bu noktada örnek olarak doktorların gönüllü olarak geçici revirlerde yaralılara müdahale etmeleri, avukatların yine gönüllü olarak gözaltına alınan direnişçilere destek vermesi, ve de esnafın direniş bölgesine yine katılımcılar aracılığı ile karşılıksız erzak yardımı yapmaları sayılabilir.

Bundan sonraki süreçte, bu hareket bir siyasal partiye dönüşmeyecek olsa dahi, hareketin somut politika önerileri ile atılacak adımları somutlaştırması çok önemli olabilir. Bu noktada, yine örnekler üzerinden gidecek olursak, çeşitli politikalar hakkında en iyi önerileri yapabilecek olanlar, bu politikalara doğrudan ya da dolaylı maruz kalanlar olmalıdır. Eğer şehircilik ve kentsel dönüşüm üzerine Gezi hareketi ortak bir tavır alacaksa, kurulacak komisyonda, şehir hayatını her gün deneyimleyen halktan çeşitli katılımcılar ile (özellikle lokaldeki sorunları birebir yaşayan insanların olması önemli olacaktır, ve zaten hali hazırda var olan kentsel dönüşüme karşı mücadele veren inisiyatifler bu noktada ağır basabilir), şehircilik üzerine uzmanlaşmış ve şehirciliğin yine de sadece uzmanları kararına bırakılmayacak kadar önemli olduğunu kabule edenler bir araya gelebilirler. Sağlık politikası ile ilgili ise yine halk ile sağlık emekçilerini aynı komisyonda toplayabilecek bir komisyon önemli işler başarabilir, ve hareketin oluşacak sağlık politikasına katkı sağlayabilirler.

Son olarak, orta ve uzun vadede önemli bir örgütlenme alanı olarak üniversite ve liselere dikkat çekmekte yarar olacağını düşünüyorum. Şu ana kadar pek dillendirilmemiş (benim bildiğim kadarıyla) olabilir, ancak gerek liselilerin gerek üniversitelilerin direnişe verdikleri destek çok önemli bir boyuttadır. Ayrıca, Gezi direnişinin nesilden nesile aktarılması, halk ve vatandaşlık temelli örgütlenmenin devamı için, yasal sınırlar içinde, liselerde Gezi direnişi kolu, üniversitelerde ise Gezi Direnişi Öğrenci Kulüpleri kurulabilir. Bu örgütlenmeler hatta sonrasında gençlik meclisi olarak hali hazırda belediyelerin mutlak etkisi altında olan örgütlenmelere gerek alternatif gerek bu örgütlenmelerin içine girip bunları dönüştürerek ülke düzeyine kadar çıkarak, yerel ile ülke düzeyindeki fikirler, oluşumlar, politikalar arasında köprü görevi görebilirler. Bu sayede, gençlerin aktif katılımı da yaz tatili ile sınırlı kalmaz, ve bu sayede 'eğitim' olarak tanımlanan tek taraflı sürecin 'öğrenim' olarak tanımlanabilecek çok yönlü ve çok aktörlü bir sürece evrilmesi sağlanabilir. Üniversite ve liselerin sadece piyasaya insan yetiştiren oluşumlar olmalarının da önüne geçilebilir.

Kısaca söylemek istediklerim bu kadar. Bu konular hakkında bıkmadan usanmadan konuşmalı, yazmalı, tartışmalıyız. Aksi takdirde en çok söylenen sloganlar arasında olan 'bu daha başlangıç, mücadeleye devam' sloganı tatlı bir hatıra olarak kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. 

Ege Özen




“Camide içki içildi mi” doğru soru mu?


Gezi parkı olayları sırasında Dolmabahçe Camii’nde neler yapıldığının iddia edildiği hepimizin malumu… Akit Gazetesi yazarı Mustafa Durdu’nun “protestocular camide seks yaptı” suçlamasından bizzat başbakan Erdoğan’ın ağzından “camiye ayakkabılarla girildi içki de içildi” iddiasına kadar gündem bir süre “camide neler yaşandı?“ sorusu etrafında döndü.  Daha sonra gelen ve o gece caminin içinde neler yaşandığını gösteren videolar ve caminin müezzininin içki içilmediği yönündeki açıklamalarıyla kamuoyunun içine su serpildi. Zira videolar gösterdi ki camideki protestocuların alem yapması şöyle dursun çoğu can derdindeydi.  İçki içildiğini gösterdiği iddia edilen fotoğraflardaki gencin kola içtiği ortaya çıktı.

Yine de ne başbakan ne de AB bakanı Egemen Bağış bu işin peşini bırakmaya niyetli değillerdi. Konuyla ilgili soruşturma başlatıldı. Türkiye Gazetesi önce protestocuları camide ayakkabılarıyla gösteren fotoğrafları yayınladı (http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/48942.aspx ) Bugün itibariyle de Yeni Şafak sitesinde camide “seks yapıldığının” kanıtı olduğunu ileri sürdüğü videoyu yayınladı. Görüntülerde iki gencin tam ne yaptıkları anlaşılmasa da (çünkü Yeni Şafak delil addettiği görüntüleri buzlamayı tercih etmiş) birbirlerini öptükleri sonucuna varılabilir.

Bu video Adobe Flash Player'ın son sürümünü gerektirmektedir.

Adobe Flash Player'ın son sürümünü indirin.



Yeni Şafak gazetesi bu görüntüleri yayınlayarak camide insanların seviştiğini kanıtladığını düşünmüştür şüphesiz. Fakat büyük resme baktığımızda bu görüntüler Gezi Parkı protestocuları hakkında ne söyler?

Belki şu bir gerçektir Taksim protestocuları camiyle, Cuma namazlarıyla çok haşır neşir değillerdir, belki bir çoğu camiye hayatlarında ilk defa girmişlerdir ve bazıları camiye ayakkabıyla girmenin ya da sevgiliye kondurulacak bir öpücüğün çok hassas bir kesim tarafından kabul edilemez görüleceğinden de haberdar değildir… Yine de o gece camiye sığınana kadar saatlerce biber gazına maruz kalmış ve polisin “destanının” zoraki parçası olmuş gençler için gecenin ilk rahat alınan nefesinin affedilecek yanı hiç yok mudur? Polisin orantısız gücü birkaç münferit olaya indirgenirken 3 dakikalık bir videoyla bütün bir protesto zan altında tutulabilir mi?

Can havliyle camiye ayakkabıyla girdikleri için ve ya tamamen masum gördükleri bir öpücük yüzünden1 bu gençlerden belki Müslüman cemaati bir özür bekleyebilir. Ama bence en anlamlı soru şu: Başbakanın kendi halkına karşı her türlü kötü muameleyi karşı tarafın yetersiz dini değerleri yüzünden meşru gördüğü bir ülke de demokrasiden ve özgürlükten nasıl söz edebiliriz?

Münir Güneş Kutlu


1: Tabi bir de sorulması gereken Yeni Şafak gazetesi yazarları için “seks nedir?” sorusu var. Bu soruyu sorma hakkımı saklı tutuyorum.

Direnişin ilk günlerinden diyaloglar


Burada olmayan dostlarımız bizi yalnız bırakmadı tıpkı hiç tanımadıklarımız gibi. Ne düşünüyor, neler konuşuyor, ne hissediyorduk.

M: Berlin’de doktorasına devam eden bir arkadaş
O: Istanbul’da direnişe katılan bir Psikolog
R: Istanbul’da direnişe katılan bir Tiyatro Eğitmeni
J: Berlin’de yaşayan bir dost

M: Aranızdan taksime ya da başka bir yere eyleme giden varsa, arkanızdayız!
dikkat edin kendinize!


O: ilk gün haricinde ikinci günden itibaren Rıfat’la beraber katıldık. ıkıncı gün sabahladığımızda sabah 5.10 da polis baskınını yedik. bir ara birbirimizi kaybettik, ne nefes alabiliyor ne de onumuzu görebiliyorduk. ben kalabalığın arasında kaldım ve sürüklenerek daracık bir yerden parkın dışına ceylan otelinin önüne doğru sürüklendim. gazın oranı inanılmazdı, yanımızda bir ilaç olmadığı ıkın ne nefes alabiliyor ne de gozlerımızı açabiliyorduk. dışarıda hazırlıklı arkadaşlar gözlerime ve ağzıma talcid li su sıkıncaya kadar elimdeki telefondan Rıfat’ı arayamadım. ıcerde kaldığı ıkın kendimi de suçlu hissettim nasıl tutamadım diye. çok samimi soyluyorum oluyoruz dedim. bunu gerçekten hissettim. sonra ulaştım Rıfat’a ceylan otelinin bahçesine duşmuş, oradan çıkmamasını konuştuk. polis dışarıda da durmadı tabı sıkmaya devam etti, su ve gaz yağdı üzerimize, her taraftan geliyordu, ama kalabalık inanılmaz organize oldu ve dağılmadık. beraber hareket ettik. saatler surdu, Rıfat’a baya sonra yeniden ulaştım o ara eğer ceylana yaklaşmayıp biraz daha ortadan hareket etseydik alt geçit inşaatına düşebilirdik ki bir suru insan oraya duşmuş. daha sonra Rıfat’la Kabataş da buluşabildik, ben kalabalığın içinde oraya kadar kaçmak zorunda kaldım güvenli bir şekilde kaçmaya çalışıyorduk. Rıfat la buluşup ona anahtarını verdim. aynı sabah gitmem gereken bir randevum vardı, ben leyla ya dondum gözaltları başlamıştı bu arada. bir taksi yaklaşıp doğrudan Galatasaray’ın oraya çıkmamamızı gözaltların olduğunu söyledi, takside Mehmet alı alabora ve arkadaşları vardı. biraz daha bekleyip daha aşağıdan bir yerden çıktım ve sabah 9 gibi Leyla'ya gelebildim. aynı aksam yeniden çıktık, bu sefer istiklal caddesinde Demirören önündeydik on tarafta Fransız konsolosluğunun oradan polis bizim olduğumuz yere doğru düzenli aralıklarla gaz atıyor, kalabalık geriye püskürürken ezilmeyelim diye sakin kalmaya çalışıyorduk. sonra okuz gibi yorulduğumuz ve kramplar girdiği için dinlenmeye çalıştık daha geride kalıp. bu arada hala ilaçlarımız yok sadece limonlar vardı ellerimizde. Rıfat’ın arkadaşının ofisine sığınmaya karar verdik, bekar sokakta oraya gidene kadar da atılan gazlar belamızı sıktı. ofise sığındıktan 10 dk. sonra sırasıyla bekar sokak ve mis sokak da şiddetli çatışma başladı. balkondan bakarken utandık halımızden aşağıda olsaydık diye. nasıl duruyorlar insanlar diye. bir ara inmeyi duşunduk ama ne halımız vardı hacı ne de açıkçası cesaretimiz. orada sabahladık video çektik insanları uyardık. apartmana atılan gaz bizi mahvetti, sıkıştık kaldık sokaktan içeri giren insanlara yardımcı olduk. ertesi gün yeniden çıktık, taksimden çekildikleri gün, en çok o zaman korktum, provokasyonlar acayip artmıştı, aksam Rıfat’la duramayıp İnönü tarafına eskiden lunapark olan yere indik, barikatlara yardım ettik, artık yanımızda maskeler hatta gözlüklerde vardı da gözlük bir s..me yaramıyormuş. taktım onumu göremiyorum o halde önüme polis çıksa ben hala ileri gitmeye çalışırdım o derece çıkarıp attık, barikatın önünde arkasında durmaya devam edip gazdan mahvolanlara ilaçlar sıktık. yoruldukça geri kaçıyor dinleniyor yeniden önlere gidiyorduk. gelen haberleri duyup şiddetin artacağını anladığımız için geri çekilmeye başladık. yani uyuduğumuz için dinlendiğimiz için bile suçlu hisseder olduk, çok sağlam bir ortam hala devam ediyor. ama eksik olan bir şey bu enerji boşa harcanıyor ve yönlendirilemiyor. sembolik bir lider gerekiyor ama yok. ya da bir platform kurulup meydanları yönetmesi gerekiyor o da yok. ne yapacağız ne yapmalıyız diye konuşuyoruz ama bir şey bulamadık ya la? 
senin düşüncelerin neler? 
nasıl okuyorsun? 
kimler on plana çıkmalı? 
nereye varır bu ısın ucu sence? 
konuşalım biraz. 
seni dinlemeyi çok isterim 


M. J. : Sevgili O., Sevgili R.

Öncelikle detaylarıyla anlattığınız için çok teşekkürler. Buradan takip etmeye çalışıyorum, tüm gün ne bulursam izliyorum, Ustream diye bir site var oradan insanlar iphone app ile canlı yayın yapıyorlar. Çok değerli. Eğer böyle bir şey yapabilirseniz harika olur. Ben Mısır'ı takip ederken ve sonrasında Tahrir olayları sırasında orada olan Fulya hocayla konuşurken de şunu fark ettim, bu tip halk hareketlerinde her şeyi kayda almamız gerekiyor. Haysiyetsiz medyadan ümidi kestik zaten. Ama her şeyin, hem pozitif hem de negatif her şeyin kaydedilmesi gerekiyor, unutulmaması gerek. Barikatlara artık koşacak bir sürü insan var ama sistematik bir şekilde belgeleyen kişi sayısı hala az bence. Her yer fotoğraf, video kaynıyor ama bunları nasıl düzenleyebiliriz hala bir fikir bulamadım, ne düşünüyorsunuz? Sizin yerinizde olsam, gider insanlarla falan konuşur videoya kaydederdim. İslamcısından, MHPlisine herkesi çekip göstermek için. Neden buradasın, ne istiyorsun diye sormak için.

Bu işin sonu neye varır ben de kestiremiyorum. Ama Tayyip'in istifa edeceğini, hükümetin düşeceğini falan düşünmek bence gerçekçi değil. Bu bir şekilde, yakında bitecek bence. İnsanlar özür bekliyorlar, proje durdu denmesini istiyorlar. Bence en büyük kazanım ise insanların artık yeter lan deyip sokağa çıkması, bacak aramıza, içtiğimize karışma, dış politikada saçmalama, sen benim babam değilsin demesi, bunu gayet organize bir şekilde dile getirmesi, şiddet kullanmaması. Bence bu AKP için önemli bir mesaj, kibirli hallerini bu denli sürdüremezler bence, ya da umudum bu yönde. Gerçi RTE hala salak salak bir şeyler diyor ama bence artık kendi tabanının bir kısmı bile rahatsız. Yeter saçmalama artık diyor. 

Bence klasik AKP tipi bir hinlik yapıp bu işin içinden çıkacaklar ya da şimdilik durulacak. Ya yarım ağızla özür dilicek, ya başka bir yerde gündem değiştiren bir şey olacak ya da protestocular provoke olacak, şiddet çıkacak, hop AKP haklı duruma gelecek. O nedenle uyanık olmak lazım. Tayyip CHP dedi, CHP bayraksız girdi, diğer gruplar dedi kimse öne çıkmadı, bunlar harika şeyler. Klasik, her durumda "marjinal gruplar", cehape zihniyeti falan dediği şeyler artık bu sefer sökmedi, onun da repertuvarı bitti. Yeni bir yol bulması gerek. Ben de böyle yazıyorum, biraz kendimi tekrar ediyorum ama gerçekten nasıl bitecek hiç bir fikrim yok, merak içerisindeyim. Kesin olan şey, Tayyip'in karizması çok fena çizildiği.

Önemli ve büyük bir enerji var. Buna benzer bir şey İspanya'da da oldu, Mısır'da da oldu. İnsanlar mutsuz, karışılmak istemiyorlar, daha liberal bir hayat istiyorlar. Herkesin her grubun bambaşka dilekleri, talepleri var. O nedenle bu enerjiyi alıp götürecek bir organizasyon, parti bence başarılı olamaz. Sırrı Süreyya'nın dediği gibi "öyle ambulans arkasına takılan taksi gibi, çakallık yapamaz kimse".

Çok komik ama, insanlar apolitik bir politik direniş yapıyorlar ya da böyle bir şey istiyorlar. Kimse bir parti bu işten nemalansın istemiyor. Politik olsun ya da organize olsun istemiyorlar ama yapılan şey mükemmel bir şekilde politik. Politikacıları uykusuz bırakan, yoran bir şey, harika!

Şimdi Sırrı Süreyya Önder cumhurbaşkanı ile görüşüyor belki ondan sonra tansiyonu düşürürler. Görebildiğim kadarıyla Taksim artık sakin, Taksim'de bence organize olmak daha kolaydı, çünkü bir hedef vardı: Biz meydanı geri istiyoruz. Ama Beşiktaş'ta durum farklı galiba, insanlar direniyor ama hedef yok. Semte polis girmesin istiyorlar. Başbakanlık ofisine girelim, ele geçirelim gibi bir hedef var mı? Beşiktaş'taki insanlar aralarında ne konuşuyor? Neden oradalar, bunu nasıl açıklıyorlar birbirlerine?

Bir alternatif de geniş tabanlı bir sivil inisiyatifi öne çıkabilir. Gezi parkı inisiyatifi gibi bir şey. Bizim taleplerimiz şunlardır: x,y,z. kabul ediyor musun, etmiyor musun? Etmezsen biz burada bekliyoruz, parkı geri vermiyoruz gibi bir şey olacak. O talepler de öyle ütopik şeyler olmayacak. Kışla'dan vazgeç, özür dile, polisleri kovuştur vs. vs. Çünkü gruplar öne çıktıkça, ortak bir zemin bulmak bence çok zor. İki seçenek var ya da geniş bir talep listesi olacak, daha demokratik, liberal bir ülke istiyoruz gibi ya da protesto en başındaki haline geri dönüp park ile ilgili bir talep listesi olacak. Aklıma gelen bu. 

Orada toplanan enerjinin boşa gittiğini düşünmeyin bence. Çoktan kazandık bazı şeyleri. Şimdi durup beklemek karşı tarafın hamlesi ne olacak onu görmek gerek bence. Bu enerji nasıl toparlanır diye herkes kafa yoruyor, bu kafa yormadan da bir sonuç çıkar bence. Ümitsiz olmayın o kadar da.

Bir şey daha söyleyeyim, dışarıdan bakan herkes görüyor, orada olmakta yüzde yüz haklısınız. Bir an bile "napıyorum lan ben" diye kuşkuya düşmeyin. Tepeden tırnağa haklısınız ve çok çok önemli bir şey yapıyorsunuz orada. Sonu neye varır belli değil ama bence çoktan harika şeyler yaptınız. Arkanızda sizi destekleyen milyonlarca insan var. Onların enerjisi, desteği hep arkanızda. Orada olamadığım için kahroluyorum ama sizin, sevdiğim insanların orada olması harika!


Bana tekrardan yazın, üzerine konuşalım.
Okan bana attığın maili diğer arkadaşlara da açık ettim, hep beraber tartışabilelim diye, kusura bakma.

Seviyorum sizi.
Arkanızdayız,